İbn Haldun’un asırlar önce söylediği ve dillere pelesenk ettiğimiz “coğrafya kaderdir” sözü arka metninde bir “coğrafya beladır” anlamını da barındırır. Toprak, altındaki ve üstündeki nimetlerle en büyük hazinedir ve tarihin her döneminde hazine avcısı eşkıyalar o topraklara musallat olurlar.
Hazine sandığı dolu olan bir toprağı ele geçirmek yani fethetmek insanlık tarihinin en kadim siyasi hedeflerinden birisidir. Zira siyaset özünde bir egemenlik kurma ve sonrasında bu egemenliği koruma faaliyetidir. Siyasi merkezde güç ve değer birikimi ise bunun vazgeçilmez ön koşuludur. Birikim büyüdükçe korunması güçleştiğinden, fethin sürdürülmesi kaçınılmaz hale gelir. Toprak sahipliği yeni toprak iştahını artırır. Lakin obez coğrafi yayılmanın sonunun dağılma olduğuna tarih en bilge şahittir.
Egemenliğin inşası ve korunması açısından her toprak aynı değere sahip değildir. Zaman ve koşullar, coğrafyalara atfedilen önemi farklılaştırır. Örneğin; antik çağlarda su kenarlarındaki topraklar egemenlik kapısının anahtarını sağlarken, orta çağın tarım uygarlığında ekilebilir geniş araziler, erken sömürgecilik döneminde denizler ve limanlar öne çıkmıştır. Kapitalizm öncesi merkantilist dönemde altın ve gümüş barındıran topraklar değerli hale gelmiş, sanayi toplumunun gelişimi ile birlikte kömüre ulaşım öncelikli kazanmıştır.
20. yüzyıl bir petrol çağıdır ve sonrasında doğalgazın da eklemlenmesi ile birlikte Ortadoğu ve Hazar havzası küresel güç mücadelesinin ana cephesi haline gelmiştir.
Anahtar kavram: Jeopolitik
Coğrafyalarla siyaset arasındaki bağa vurgu yapan “jeopolitik” kavramının üreticisi Rudolf Kjellen’den itibaren (1899) devletlerin gelişmeye ve genişlemeye eğilimli bir organizma olduğu ve her daim stratejik coğrafi alanları kontrol etmesi gerektiği tezi sıkça vurgulanmıştır. Alman, İngiliz ve Amerikalı düşünürlerin öncülük ettiği bu yeni düşünce akımının, küresel sistemin belirleyici dinamiği haline gelmesi fetih arayışlarına yeni bir boyut katmıştır.
Jeopolitikanın siyasi liderlerce coşkuyla kucaklandığı 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan siyasi gelişmeler baş döndürücüdür. Çok uluslu imparatorlukların çözüldüğü ve ulus devletlerin yeni sınırlara kavuştuğu bu dönemde enerji odaklı güç mücadelesi kısa sürede iki büyük küresel savaşa yol açmıştır. Siyasi mücadele soğuk savaş döneminde de devam edecek ve kömürden önce petrole, sonrasında ise doğalgaz havzalarına uzanan jeopolitik rekabet dinmeyen bir çatışmalar döneminin kapısını açacaktır. Ortadoğu ve Hazar halklarının değerli coğrafyası onların hem kaderi hem de belası haline gelmiştir.
Yeni dünyanın jeopolitiği
21. yüzyılın dünyası hem yeni bir uygarlık düzleminin hem de yeni bir büyük güçler arası egemenlik mücadelesinin arenasıdır. Başat aktörler olarak ABD ve Rusya’nın yanına Çin’in de dâhil olduğu üçlü ve değişken bir güç mimarisi oluşmuştur. Artık haritaların görünmeyen katmanlarında, toprağın en derinlerinde saklı yeni hazineler gizli. Putin’in Ukrayna’ya, Trump’ın Grönland’a, Çin’in Afrika’ya yönelmesinde bu yeni hazineler var: nadir toprak elementleri.
Neodymium, lityum, kobalt, grafit gibi madenler elektrikli araçların motorlarında, rüzgâr türbinlerinde, güneş panellerinde, çiplerde hayat buluyor. Elektrikli araçların bataryalarında ortalama 63 kilogram lityum var. Bir modern rüzgâr türbini, onlarca ton nadir toprak elementi olmadan dönmüyor. Yeni çağın gerçek teknolojik gücü veri merkezlerinden ve batarya fabrikalarından oluşuyor.
Bir tsunami gibi dünyaya yayılan Çin’in teknolojik etkisi dünyadaki nadir toprak işleme kapasitesinin %80’ini elinde tutmasıyla katlanarak büyüyor. Xi Jinping, Bir Kuşak Bir Yol projesiyle yalnızca kara ve deniz yollarını değil, kritik minerallerin aktığı damarları da inşa ediyor.
Putin ise gözünü kuzeye çevirmiş durumda. Eriyen buzulların altından açığa çıkan Arktik rezervleri, yeni bir enerji ve kaynak cephesi oluşturuyor. Rusya bir yandan Arktik’te üsler kurarken diğer yandan Kuzey Deniz Rotası’nda da hâkimiyet kurmaya çalışıyor. Putin açısından Arktik bölgesi, buzullardan oluşan bir kutup ayısı bahçesi değil; geleceğin enerji ve mineral bankası.
Trump’a gelince, o jeopolitiğin kural tanımaz kabadayısı olma yolunda ilerliyor. ABD’nin nadir elementlerde Çin’e olan bağımlılığı kıramıyor olması onu fetihçi bir liderliğe zorluyor. Nadir element deposu olan Grönland ve Kanada’ya sataşıp durmasının sebepleri var. Onun döneminde başlayan ticaret savaşları, aslında kamuoyunda fazla görünmeyen bir kaynak savaşının yani mineral damarlarına, veri akışına sahip olma çabasının ürünü.
Petrol kuyularından yapay zekâ ve veri dünyasına, batarya üretim tesislerine, nadir minerallere uzanan bu yeni savaşın yeni jeopolitiği doğal olarak belayı kuzey kutup coğrafyasından Kongo’ya, Avustralya’ya, Şili’ye kadar uzanan yeni stratejik coğrafyalara taşıyor.
‘Coğrafya kader midir bela mı?’, bundan sonrasına siz karar verin.