İSTANBUL-NURULLAH SARI(YSM) - Teknolojik atılımlarla birlikte gelen üretim fazlası ve gücüyle 1800-1990 yılları arasında, dünya gelirinden bugünün yüksek gelirli ülkelerine düşen pay yüzde 20'den neredeyse yüzde 70'e fırladı. Ancak günümüze gelindiğinde, gelişmiş batı ülkeleri açısından bu payın 1990'daki seviyesine oransal gerilediğini görüyoruz.
Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için kaçan treni yakalamak, genellikle Çin mucizesi üzerinden tanımlansa da kazın ayağının çok öyle olmadığı görüşündeyim. İmalat kapasitesinin ucuz emek gücüyle başlayarak, değer zincirinin üst kademelerine aşamayla geçileceği varsayımı, eski kalkınma anlatısının temelini oluşturmaktaydı.
Artık mal ihracatı artışı hız kesmiş durumda. Teknolojik atılımlar neticesinde mal ticarinde artış olduğunda bile istihdam aşağı yönlü seyretmekte. Diğer tarafta küresel çapta hizmet ve dijital servislerin büyümesi hızla devam etmekte. 1950'lerden bu yana, kalkınma teorileri ekonomik gelişme için sanayileşmenin önemini vurgulamıştır.
Çin, bu sanayi odaklı kalkınma modelinin en tipik ve güncel örneği. Ancak tek taraflı bakmamakta fayda var. Çin büyümesini imalat sektörüne dayandırırken, örneğin Hindistan'ın kalkınması hizmet sektörü tarafından yönlendirildi ki bu; gelişmekte olan ülke için oldukça sıra dışı bir büyüme modelidir.
Gelişmekte olan ülkeler açısından Washington Konsensüsü temelli iktisadi reformlarla küresel değer zincirlerinde ve dolayısıyla endüstrileşmede sıçrama yaşanacağı eski bir varsayımdan ibaret.
2008 küresel kriziyle paradigmalar ortaya çıktı
Küresel değer zincirlerine dayalı kalkınma planı, o dönemin üretim devleri olan ABD, Almanya ve Japonya ile coğrafi veya başka bağlantıları bulunan bir avuç gelişmekte olan ekonomi için işe yaradı. Akabinde de Çin, bu planın nasıl daha üst bir boyuta taşınabileceğine örnek teşkil etti.
Ne var ki özellikle 21. yüzyıla geçişle birlikte çok net hissedilen ve 2008 küresel ekonomik kriz ile belirginleşen, küresel değer zincirlerine entegrasyona dayalı kalkınmanın işleyişini bozan paradigmalar ortaya çıktı. Geçen yıllarda yayımlanan ‘The Great Convergence’ isimli kitabında Prof. Richard Baldwin 1990 sonrası dönemi üçe ayırarak ‘globotics’ kavramı üzerinden dönemsel bir tasnif yapmıştı.
İlk dönem (1990-2008), ‘offshore’ genişleme döneminin sona ermesi üzerine. Bu dönemde, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki eşi görülmemiş ilerlemeler, üretim süreçlerinin uluslararası ölçekte yönetimini ve organizasyonunu kolaylaştırdı. İkinci kırılma, dijital teknolojinin yükselişi oldu.
Üretimde otomasyon ile iş gücü maliyetlerinde verimlilik sağlandı. Böylelikle bir nebze de olsa G7 ekonomilerinin üretimlerinin düşük ücretli ülkelere tamamen kayması frenlendi. Üçüncüsü ise Çin'in küresel rolü.
Düşük teknoloji ve ucuz iş gücüyle rekabet eden diğer gelişmekte olan ülkeler, Çin'in devasa sanayi kapasitesinin yanında oyuna dahil olamadı. Çin, şimdi dünyanın en büyük imalatçısı olmasının yanı sıra nispeten yüksek teknolojiyi son dönemde yapay zekâ atılımlarında olduğu gibi daha makul ücretlerle de sunmakta. G7 ülkeleri, bazı yüksek teknolojili ve yüksek ücretli sanayilerde Çin'e karşı rekabet avantajını korusa da 1990'dan beri küresel üretimdeki payları düşüyor.
İmalattan ziyade hizmet odaklı kalkınma
Grafikte de görülen bu durum, ekonomik kalkınma açısından dönüştürücü bir potansiyele sahip. Neden mi?
Çünkü eskiden ticaret odaklı kalkınmanın temelini imalat kapasitesi oluştururken, gelecekte bu rolü giderek daha fazla hizmet sektörü üstlenecek gibi görünüyor.
Baldwin’in dijital teknoloji ve küreselleşmenin birleşimi ‘globotics’ kavramı, gelişmekte olan ülkeler için yeni bir refah yolu açmakta. İmalattan ziyade hizmet odaklı kalkınma nasıl olacak? Kerameti kendinden menkul siyasi analistlerin dillerinden düşürmediği ticari aksların değişimi ya da ‘nearshoring’ gibi kavramların içinin, işini teknik olarak üst seviyeye çıkarabilen organizasyon ve kişilerin yenilikçi katkılarıyla elbette.
Dünya iktisat tarihi, bu işin hikâyesini siyasi çerçeveye oturtmaya çalışan laf ebelerinden ziyade; işine hâkim teknik devrimcilerle yeni boyutlar kazanmıştır.
Taş devrinin taş stoklarının bitmesiyle sona ermediği gibi günümüzde de yeni çıkan kavramlar ve teknolojilerin neticesinde ticari kırılmalar yaşanacak. Burada eğilimlerin pratik inovatif uygulamalarla yakalanması çok önemli.
Farklı bir hikaye çıkması mümkün mü?
Hizmetler tarafında küresel mal ticaretinden farklı bir hikâye çıkması mümkün mü? Yoksa bu alanda da tarihte yaşandığı gibi bir avuç büyük aktörün arasındaki paslaşmalar devam mı edecek?
‘Eşzamanlı çeviri teknolojileri’ birçok tarihi buluştan daha tesirli bir kırılma yaşatabilir. Bilhassa hizmetlerde uluslararası ticareti kökünden değiştirebilir. Microsoft’un, ‘Teams’ ürünü üzerinden geçen yıllarda getirdiği anlık altyazılı çeviri hizmeti birçok platform tarafından da uygulanmaya başlandı. Zamanla dil seçenekleri ve çeviri veriminin de artmasıyla çok daha sık kullanılacaktır.
Eşzamanlı yazışma/konuşma çevirisi küresel ticarette olağan şüphelilerin pozisyonlarını değiştirebilir. Uzun süredir uluslararası ticarette, özellikle hizmetlerde, ana dili olmasa da İngilizce yetkinliğine sahip ülkeler, artık ciddi bir rekabetle karşı karşıya kalacaklar.
Makine çevirisinin bu kadar iyi hale gelmesi ve hızla daha da gelişmesiyle birlikte, İngilizce konuşamayan milyarlarca hizmet sektörü çalışanı ile doğrudan rekabet etmeleri kaçınılmaz olacak. Bu araçların elbette kusursuz bir İngilizce sağlaması beklenmemekte. Yine de uzaktan ofis çalışmalarına katılabilecek ya da aykırı coğrafyalarla ticareti kotarabilecek yeterli bir iletişim imkânı sunacaktır. Böylelikle, e-hizmet sektörlerinde küresel çapta bir havuz oluşabilir. Bu durum, işverenlerin ve uzaktan çalışanların karşısındaki seçenekleri de artıracaktır. Bunlara ilaveten dünyanın herhangi bir noktasındaki kısıtlı kurumsal kapasiteli girişimler, daha az satış ve iş geliştirme maliyetleriyle kendine müşteri veya iş ortağı bulabilir.
Dil bariyeri yıkılabilir mi?
Türkiye’nin hem imalat tarafındaki kapasitesi hem de hizmetlerdeki avantajıyla fırsatları çoğaltması için dil bariyeri yıkılabilir mi?
Çin, Hindistan ve Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ilk 5, küresel hizmet ihracatının yüzde 17'sini gerçekleştirirken, gelişmekte olan ekonomilerin toplam hizmet ihracatının yüzde 56'sını oluşturdu. Bu listede olmamız önemli. Durağanlaşan mal ticareti karşısında 2023 yılında, gelişmekte olan ekonomilerden dijital olarak sunulabilir hizmetlerin ihracatı yüzde 9 büyüdü.
Hizmetlerde sağlayacağımız atılımla istihdam yaratmak, verimliliği artırmak ve ekonomik dönüşümü sağlamak için kullanılan geleneksel imalat odaklı ihracat modelinin risklerini minimize edebiliriz. Dil sorunu (İngilizce) kronik bir eğitim problemi olarak her zaman ülke gündemindeki yerini korur.
Türkiye’nin potansiyelini küresel arenaya çıkarmada çeviri teknoloji hizmetlerinin önemli bir yeri olabilir. Yerli girişimlerce bu araçların rekabet avantajımız olan sektörlerde efektif kullanımı çok önemli.
e-Ticaret potansiyeline tesir
Aslında bütün bunları Mayıs ayında gördüğüm ufak bir haber sonrası yazıya dökmek istedim. Türkiye’nin ilk ‘decacorn’ şirketi Trendyol, dünya e-ticaret verileriyle (sorgular, ürün tanımları ve kullanıcı etkileşimleri) eğitilmiş satıcı platformu için çok dilli çeviri aracını tanıttı.
E-ihracatın yüzde 90’ını gerçekleştiren pazaryeri olarak Trendyol’un bu ufak görülen atılımının, özellikle Türkiye’nin e-ihracat potansiyeline dönük devrim niteliğinde tesiri olabileceğini düşünüyorum. Küresel ticaretin hem hizmet hem imalat tarafında önemli bir yere sahip olan Türkiye’nin, dil konusunda önemli açığını kapatacak ve ülke genelini bir anda küresel mal ve yetenek havuzuna sokabilecek bu tip girişimleri yayması ve kullanması çok kritik.
Altyapı destekleri, sektör oyuncuları için doğrudan mali sübvansiyonlardan çok daha etkin araçlar olabiliyor. Hem sürdürülebilirlik için daha sağlam zemin hazırlıyor hem de sektörü geliştirici sonuçları birçok açıdan faydalı.
Elbette bu gelişme, aynı günlerde gerçekleşen jenerik bir sektör ya da iş heyeti etkinliğinin basında kapladığı yerin yanında kum tanesi kadar bir yer etti.
Çatırdayan ve yeniden şekillenen ticari bloklar ve devletler arası mücadele, önümüzdeki dönemde bize bazı fırsatlar çıkarabilir.
Bu fırsatları rekabet avantajını devletten mali sübvansiyon ya da kur politikasında değişiklikle kazanmayı bekleyen iş insanlarıyla mı, yoksa pratiğe dönük teknolojik atılımları ve yatırımları gerçekleştiren yapılarla mı yakalarız? Yakın tarihe dönüp baktığımız zaman anlamsız bir soru gibi duruyor.
Japonya’dan bir örnek:
● Japon ekonomisinin yükselişi ve 1980 sonrası gerilemesinde Ro-Ro teknolojisinin etkisi vardır.
● İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ekonomisi ve küresel ticaret hızla toparlandı. Bu artışa cevap verebilmek adına 1955’te İngiliz MV Sorrento denizcilik şirketi, ilkel modelleri Britanya’da 19. yüzyılda tasarlanan, ilk modern Ro- Ro gemisini sulara indirdi. Bu yeni tasarım, özellikle tonajı yüksek araçların daha verimli bir şekilde yüklenip boşaltılmasına olanak sağladı ve modern Ro-Ro nakliye endüstrisinin temelini attı. Bu gemiler, sadece kargo taşımacılığını dönüştürmekle kalmayıp ülkelerin kalkınma hikayelerine de dramatik bir katkıda bulundu.
● Ro-Ro gemilerinin evirilişiyle Japonya başta olmak üzere Uzak Asya’dan ABD pazarına otomobil ve endüstriyel araçların ihracatında patlama yaşandı. Hem Japon üretim teknolojilerindeki atlımlar kamçılanarak operasyonel verimlilik çok arttı hem de ülke çok daha hızlı ve yüksek miktarlarda kıta ekonomisinin devasa talebine karşılık verdi.
● Hikâye Japonya açısından elbette mutlu sonla bitmedi. ABD bugün Çin ile yaşadığına benzer minvalde tedbirleri o dönem Japonya’ya uyguladı ve 80’li yıllarda getirdiği gümrük duvarlarıyla işi tersine döndürdü. Japon ekonomisi zor bir sürece girdi. İhracat azaldı ve 1990'larda Japonya, ancak 2002'de sona erecek uzun bir durgunluk dönemine girdi. Tarifelerden önce ABD'nin Japonya ile büyük bir ticaret açığı vardı. 1990’lara gelindiğinde çoğunluğu otomotiv ihracatından kaynaklanan bu açık önemli oranda azaldı.
YSM HABER MERKEZİ